korkma ben varım

emma the gold one
murat menteş’in çok beklenen, gizliajans’taki atıflarla geleceği müjdelenen ve nihayet ekim sonu kasım başı iletişim’den çıkan romanı. bu adamların (murat menteş, alper canıgüz, ah muhsin ünlü ve gökdemir ihsan gürsoy) garip dostluğu ve sürekli yazın içindeki paslaşmaları daha önce camia içinde karşılaşmadığımız bir cemaatçilik olduğundan her birini ayrı ayrı takip etmekte fayda var. birinin işini öbüründen duymamız kuvvetle muhtemel çünkü.

korkma ben varım’ın da en belirgin yanı iyi çizilmiş karakterler ve süper isimleri. bunlarla baştan bir koparıyor yazarımız. dul gangster hayati tehlike mesela, şebnem şibumi mesela, padişah yorganlarının sahibi enver paşa ya da. adamımız sayın menteş’in engin bilgi birikimiyle süper bir kurgu birleşince tadından yenmez olmuş. fakat ben yine bu adamların ortak özelliği olan aşkı anlamaları ve en güzel anlatımlarına vuruldum en çok.

emma the gold one
----------------------------- alıntı ----------------------------
şebnem, susamlı akide şekerim, saraya sızmış lunapark balerinim;
ilk hamleyi suçlular yapar. yani ben. paso ilklere imza atıyorum.
insan otuz yıl yaşayınca, dünyanın üç günlük olduğunu anlamaya başlıyor. bir yandan da peccatophobia’ya [günah işleme korkusu] kapılıyorum galiba.
anlamı, ağırlığı olan her şey otomatikman senin safına geçiyor şebnem. saçma ve boşuna olan ne varsa benim yöreme birikiyor.
uygarlık bize milyon çeşit yasakla sağlanmış bir düzen hediye etti. sanırım, en temel dertlerimizin, varlığımızın özünü teşkil eden trajedinin yatıştırılması konusunda kimseye güvenmemeyi öğrendik.
eğer bir hedefin yoksa, kulağın rahat olur. kaybedecek bir şeyin yoksa, kaybolmak seni bozmaz. yenileceğinden eminsen, rakibini ciddiye alman gerekmez.
şu anda tomaso albinoni’nin [1671-1750] adagio’sunu dinliyorum. notalar daima harflerden anlamlı, daha etkileyicidir. melodiler, kelimelere beş çeker.
sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş: sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
şebnem uzaya baharın gelmesi, seni bulmama bağlı.
şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
şebnem seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana.
şebnem ne çok melekvar yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
18. ve 19. yüzyıllarda, ingiltere’deki şapka fabrikalarında çalışan insanların yüzde 10’u delirerek ölmüş: keçe işlemekte kullanılan cıvanın yan etkileri...
şebnem, üzerinde şapkalar yüzen bir cıva nehrine ayaklarımı sarkıtmış vaziyetteyim.
şebnem niye böyle? aşkın, patlayan bir okyanusun tozları gibi saçılıyor.
şebnem bulutlara kement atayım, ne kadar istersen onca yağmur ayarlayayım.
şebnem kediler geliyor apartman boşluğuna, doğrudan bana miyavlıyorlar, sanki senden bahsediyorlar, dikkatle bakıyorum.
şebnem zarflar açıyorum, faturalar çıkıyor içinden. sanki senden bir haber gelecek, senin el yazın, imzan olacak... öyle saçma, küçücük, tülbent boncuğu gibi umutlar pıt pıt içimde beliriyor.
şebnem uçaklar geçiyor. uçakları sanki sen kullanıyorsun.
her şeyde sana dair bir ipucu, bir işaret seziyorum.
hayat çok tuhaf şebnem: paraşüt, uçaktan yüz yıl önce, 1783’te icat edilmiş.
şebnem içimde, kum saatindeki toz şeker gibi senin sevgin birikiyor. millerce öteden, varlığın başımı döndürüyor.
tessenjitsu adlı japon dövüş tekniği, sadece yelpaze kullanarak adam öldürmeye dayalıymış.
zarafetin aksesuarı, cinayetin aracı olabiliyor.
şebnem her zorluğun içindeki kolaylığı, kara üzümün iri çekirdekleri gibi bulup çıkarabiliriz.
dilim uyuştu şebnem, parmaklarım yazmaktan oksitlendi. laf uzadıkça anlam geriler. sözlerde o acı yalan tadı belirir.
şebnem imparatorluk gibisin, dünyayı özelleştiriyorsun. kalbim jelatinli yoyo gibi zıplamaya başlıyor sesini işitince.
cehennemde teçhizatsız kalakalmış itfaiyeci gibiyim.
tamam abartmayayım, tozutmayayım, uslu çocuk olayım. irmik helvasının üzerinde uçan kelebek gibi toz olayım.
beni kınama yeter ki, huylarımı değiştiririm. bir robot kadar iffetli, güvercin kadar ılımlı olurum.
şebnem ballanmış ilkbahar gibisin. leylaklarla dolu bir akvaryum, akasyalardan süzülen ikindi ışığından yapılmış gibisin. iğde yumuşaklığı, iğde esansı, iğde reformistliği var sende. üzerinde nar, kiraz, mandalina ve zeytinler yetişen bir ağacın mucizesini üstlenmişsin.
benim payıma paylaşılamayan şeyler düştü galiba? beni mahveden hatalarım hangileriydi, emin olamıyorum. gerçek bela, devrim niteliğindeki bahtsızlık, büyük noksan neydi hayatımdaki? bunlar ve benzeri belirsizlikler insanı sersemletiyor. yanlış anlamaların mikrodalga fırınında ısıtılmış ve çabucak bayatlayan umut kırıntılarıyla besleniyorum. zehirlenmeye bile yetmeyecek porsiyonlarla. çölde seraplar gören bir şempanze gibiyim. tımarhanede esir edilmiş felçli bir dilsiz kadar gerginim.
pekala... ciddiye alınmak için mızıkçılığa başvurma taktiğini kenara bırakayım.
sonuçları nedenlerin önüne almayayım. methiyeden şantaja geçmeyeyim. vahşetim teröre dönüşmesin.
papatyaları harf olarak kullanayım.
çağın gerisinde kalmayayım.
ilk romanı 1007 yılında murasaki shikibu adlı japon soylusu bir kadın yazmış: kitabın adı genji’nin hikayesi.
romancılar bin senedir çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar.
insanı cazibe hareket ettirir, mucize de durdurur.
sözlerim sana karmaşık mı geliyor? birinin beni anlaması için yanımda elli yıl geçirmesi gerek şebnem.
keşke, içimizdeki bitki örtüsünü çürümeye terk etmek zorunda olmasak.
kendimizi emanet edebileceğimiz kişiyi bulana kadar canımız çıkmasa.
benzer şeyler arasında fark gözetme lüksüne sahip değiliz.
o kadar zekisin ki şebnem, benim kurnazlığım senin dehanın yanında sağır bir devede kulak.
belki dileklerim gerçekleşmese de iyi bir insan olurum?
sanırım cehenneme gerçekten uğrayacağım, fakat cennete yakın bir bölgesine.
şişko bir şeytanın, çelimsiz bir meleği göğsümün kafesinde patakladığını hissediyorum...
dişlerini, çillerini tek tek öpüyorum.

müntekim
syf 294-297
----------------------------- alıntı ----------------------------
emma the gold one
-----------------------------alıntı----------------------------
şebnem, çizgi film kuzusu,
tütsülenmiş bir bahçede saklambaç oynuyor gibiyiz.
sensiz bütün tabancalar, fincanlar, odalar boş; sokakların hepsi ıssız, hiçbir gezegende bana hayat yok.
şebnem, her şeyde senden bir anı aksediyor, senin masumiyet kanıtı parmak izlerinle dolu sanki dünya.
gelgelelim masumiyet, yaşam belirtilerinin azlığı demektir şebnem.
bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım.
eline sihirbaz değneği geçmiş kör gibiyim.
arabalar etrafımda keskin frenler yaparak duruyorlar. beynime sıcakasfalt dökülmüş gibi, hasretin katranı kafatasımdan gövdeme damlıyor.
şebnem seninleyken içimi padişah gururu kaplıyordu.
gözlerine bakınca, kanımda gıcır gıcır hançerler, kılıçlar yüzüyordu.
senin kadife geometrin başımı döndürüyordu.
bir yandan da karşında kendimi mağaranın girişindeki kütük gibi hissediyordum.
şimdi uzaya fırlatılan mekikte kilitli kalmış sinekten beterim.
şebnem, istanbul, türkiye, dünya, galaksi, uzay senin olduğun yerden başlıyordu; neredesin?
sensiz, yolunu kaybetmiş görünmez adam gibiyim.
aptallığın otobanından dehanın patikasına mı varacağım? inşallah o yol, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar geniştir.
kafamın içinde kocaman bir ağaç ve küçücük bir maymun var. daldan dala zıplıyor, onu evcilleştiremiyorum.
bütün şarkılarda senden bahsediliyormuş, onu fark ettim.
ezelden beri o nazlanan senmişsin.
saray çatılarında senin için düello yapılmış...
hani insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanamaz ya, yanındakine ’’benim gördüğümü sen de görüyor musun?’’ diye sorar.
ben de seninleyken gözlerime inanamıyordum. kulaklarıma inanamıyordum. vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
kimseye soramıyordum da ’’benim gördüğümü sen de görüyor musun?’’ diye...
seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde.
senden kaçış varsa bile kurtuluş yok şebnem.
artık, su olsam sana doğru akarım, uçak olsam sana doğru uçarım, erik olsam sana doğru yuvarlanırım...
bizi ancak aynı banyoda yıkanmak paklar şebnem.
yüreğin derinliklerinden yükselen sesler, kulakta sapıkça bir şey gibi tınlıyor farkındayım.
öpüyorum gözkapaklarını, dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını.

müntekim
syf 297-298

-----------------------------alıntı----------------------------
emma the gold one
-----------------------------alıntı----------------------------
şebnem, italyan kahvesine batırılmış irlanda çöreğim;
çöpten metal kutular toplayan zombi gibiyim.
şebnem peynirsiz labirentte dönüp duran fare gibiyim.
şebnem beynim bulaşık teline döndü.
sana olan duygularımı mesafe, boşluk, bildiğin hiçlik mayalıyor.
bazı konuları açıklığa kavuşturmak için çenemi tutmam ve birtakım sonuçlar elde etmek için de hiçbir şey yapmamam gerekirdi.
asmaların başında nöbet tutmak, üzümlerin olgunlaşmasını sağlamıyor.
saatin akrebinden hız beklememeliyim.
tüm umudumu hayırlara vesile olan aksaklıklar, 12 den vuran yanlış anlamalar ve sorunları halleden hatalara bağladım.
dünyada sahtelik kadar gelişim gösteren başka bir şey yok.
o yüzden, paradokslarla haşır neşir olmadan hayatımıza canlılık katamıyoruz şebnem.
imkansıza yatırım yapmadan kazanamayız.
kaybetmedikçe zenginleşemeyiz.
dirilmek için kendimizden başlayarak her şeyi yok etmemiz gerek.
vücut bulması için can attığımız şeyi inkar etmek, yok saymak, reddetmek zorundayız.
doğru, ancak yalanların sürekli desteği sayesinde ayakta durabiliyor.
kederliysen güleçliği, sevinçliysen somurtuşu kalkan olarak kullanmalısın.
dostluğa rekabet ve imha; aşka kurallar ve prosedürler eşlik ediyor.
insanın ayna karşısında yaşadığı türden önemsiz bir belirsizlik ile sarsıcılıktan uzak karmaşa dinmiyor.
sen de benim aklıma uysan, kalbime uysan, belki bu tuhaflıktan büyük heyecanlar çıkarabilirdik.
ben riskleri yönetemiyorum şebnem. afeti kontrol edemiyorum, krize söz geçiremiyorum.
sürprizlerin üzücülük arz etmesi sürpriz olmuyor.
bana öyle geliyor ki, bizlerde olgunluk alametleri gibi yansıyan şeyler, tecrübelerimizdeki alelade acılıktan ileri geliyor.
delidoluluğun uzantıları gibi algılanabilecek davranışlarımızın da doğallığı su götürür.
geçerlilik kazanmış riya sisteminin kusursuz işleyişi, ilişkilerimize garantiler getiriyor.
güvenliği kilitlerde buluyoruz şebnem.
emniyet ile itimat aynı şey artık.
ve birine itimat edecek kadar kendine güvenmenin manası yok.
aşk hiçbir çağda güvenli bir heyecan olmadı. fakat aşk ın bizi manasızlığa kelepçelemesini, aşağılayıcı bir üslupla imha etmesini göze alamıyoruz.
insan kendi aptallığının büyüklüğüyle yüzleşince kahrolmaktan kaçınamıyor.
artık iltifatlar, ikramlar, nazik teklifler en büyük tehditlere dönüşüyor.
peygamberin mirası tebessüm, riyanın kırmızı alarmı haline geldi.
dostluğumuz, arkadaşlığımız, tanışıklığımız, tümüyle eğlenceli olmak zorunda.
her türlüsü ürkütücü olan içtenlik başgösterdiği anda, şakaların opak muşambasına bürünüyoruz.
birbirimizi oyalamak, kibarlığın yegane yolu oldu.
saptırılmış ve bir yönetmeliğe uyarlanmış saygının gereği olarak cıvıtmak... ne kader ama.
kral, en büyük soytarı olmak zorunda.
insanlar, yakınlaşmanın yolunu kendilerine acındırmakta ya da muhataplarının kafasına demirle vurmakta arıyorlar çoğu zaman.
bir de benim gibi, dokunaklı genellemeler yapanlar var.
şimdi bunları söylüyorum ya, sabah dünyaya, insanlara inanıyor olarak uyanacağım.
nefertiti yi [üst kat komşumun kedisi] ve yavrularını görünce, beni bekleyen birtakım vazifeler, insanlık görevleri olduğu fikrine kapılacağım.
hayatın ölümden, aşk ın her ikisinden de büyük olduğuna inanacağım.
ve bu saçmalığı doğuran şartlar, seni benim için dünyanın en değerli insanı kılıyor.
keşke başka ihtimaller de olsaydı, gerçek hatalar yapabilseydim hiç değilse...
cehennem, biliyorsun, tüm sorulara aynı cevabın verildiği, azabın kurumsallaştığı, eziyetin otomatikleştiği yerdir.
ya çok derin acıların ya çok büyük hedeflerin var ya da çok inatçısın şebnem. bunların hepsi ya da herhangi ikisi de olabilir.
bazı şeylerin anlamı ortaya çıktığında, o şeylerin kendileri çoktan yitmiş oluyor şebnem. biz aslında kaybettiklerimiziz. kendisi kaybolunca anlamı parlayan şeylerle kuşatılmış durumdayız. bu anlam birikintisi, aslında hayatla ilgisi kesilmiş olduğu için anlamsızlığa matuf.
görüyorsun ya, tüm sözlerim, zavallılığa dönüşmüş bir samimiyetten geriye kalan ve ağıt izlenimi uyandıran gevelemelerden ibaret.
aslında tüm insanlığı ilgilendiren bunca belirsizlik içinde yalan da önce ihtişamını, sonra da görülebilirliğini kaybetti.
doğrunun önemi kalmayınca, yalanı ancak kendine söyleyebilirsin. kendini bulabilirsen tabii.
şebnem çok saçmaladım, bağışla.
insanın kalbi darmadağın olunca, kafası da karışıyor.
mümkünse, söylediklerimi unuturken beni aklından çıkarma.
huşuyla öpüyorum.

müntekim
syf 299-301

-----------------------------alıntı----------------------------
emma the gold one
-----------------------------alıntı----------------------------
şebnem; ceylanların, kuğuların sınıf arkadaşı, cıvıltılı cimcime, bal şelalesi;
şövalye olsaydım, senin şehrine hücum etseydim, dudaklarını görünce kılıcımı düşürür, atımdan düşerdim. hiçbir zaferin erişemeyeceği tatta bir yenilgi olurdu...
ellerin... boğumları kudretten zarafet şaheseri yüzükler gibi. insan kıyamaz dokunmaya. avuçların desenli kurabiyelere benziyor. öpsem, ağzımda şeker tadı bırakacak, kesin.
parmaklarının ucunda tırnakların küçük deniz kabukları gibi parlıyor şebnem...
rüyanda başrolde değilsen, kabus görüyorsun demektir.
bir kerecik buluşalım, yeniden hayatımın başrolünde olayım. kalbimden mezarlık dumanları yükselse de ziyanı yok.
şebnem, bak, hasretten bütün günahlarım döküldü. hacdan yeni gelmiş gibi hafifledim.
şebnem, uçsuz bucaksız bir çayırda buluşalım. başını dizlerime koy. sevincimden çimlere kırağı düşürürüm.
senden sinyal beklemek, dünya dışı uzayda yaşam belirtileri aramak gibi; acayip sancılı.
insan, nelere katlanmak zorunda kalacağını önceden kestiremiyor. göze aldığımız risklerden, tehlikelerden çok daha fazlası çıkıyor karşımıza.
bakışların, cennetin eşiğinde sorulan bilmeceler gibiydi şebnem.
artık hayatımın normale dönmesi imkansız.
şebnem, sen saklanınca ağaçların içi boşaldı, kuşlar iskelete döndü, deniz pıhtılaştı, gökyüzü felç oldu, bulutlar kireç bağladı, asfaltlar eriyor, minareler yamuldu; istanbul, haşlanmış lahana gibi kendini saldı.
şebnem seni manyaklar gibi özledim. iç içe geçmiş kafeslerin ortasında gibiyim.
şebnem, adın dilimin ortasına yuva yapmış guguk kuşu gibi, ne zaman ağzımı açsam, uçuveriyor.
hasretin gecenin mimarisi oldu, temeli, sütunları, kubbesi.
seni sevmek, göğüs kafesimde bir gökdelen jeneratörü taşımakla aynı şey şebnem.
şebnem senin için buffalolar kurban edeyim, yağmur ormanlarını yakayım, tabiatla kanlı bıçaklı olayım.
şebnem tornavidayla dağlara oyuklar, mağaralar açayım, çölü avuç avuç başka yerlere taşıyayım.
şebnem, bir öpücük ver, sonra yurdun dört başına örülü demir ağları söküp trenleri karadan yürüteyim.
türk kızılayı’na kan vereyim, oradan da altı nokta körler derneği’ne gideyim. körlere sesleneyim: ’’arkadaşlar, dünyanın kepazeliğini görmediğiniz için evet şanslısınız, fakat şebnem’in güzelliğini görmek için ölüp cennete gitmeniz gerekecek. sıkın dişinizi.’’
öpüyorum gülüşünün bütün kıyılarını.

syf 301-303

-----------------------------alıntı----------------------------
emma the gold one
-----------------------------alıntı----------------------------
şebnem, ipek fiyongu gülüşlü, kiraz sarkacı bakışlı, sıcak leylak şurubu sesli yarim;
sensiz bu defolu evrende, kıt sonsuzluğun cefasını çekemiyorum.
rodin’in bücürük heykeli gibi gece gündüz seni düşünüyorum.
gezegenimizde hayat olduğunun en sağlam kanıtı sendin şebnem...
bulutlar üstümden kesekler halinde geçiyor; toz toprak ve kumlar dökerek... yağmur yerine çöl yağıyor.
allah, beyaz rengi daha iyi tanıyalım diye mi yarattı seni?
içinde kemik biçiminde nur çubukları mı var şebnem? yüzündeki ışık nereden geliyor?
gözlerindeki ayet derinliği, hayrına tefsir etsen ya?
şebnem... ayak parmaklarının aralarına papatyalar kondurayım yeter.
şebnem galiba kendimizi tam olarak tanıyamadığımız için, hayat ilginçliğini koruyor.
giderek, beigbeder’nin romanlarındaki tiplere benziyorum: fiyakalı ve aptal, enerjik ve dengesiz, samimi ve hoyrat...
allah insanın mayasına ne katmışsa, bazı şeyleri asla ifade edemeyiz. bunu bilmek ya da sezmek bizi ’inanmaya’ yöneltir. kur’an’da ’’allah kalplerde olanı bilir’’ yazıyor. çoğu kimse, bu ayeti şöyle anlıyor: ’’allah, sizin gizlediklerinizi biliyor.’’ bence ayetin asıl anlamı şu: ’’kalbinizde olup da hiç kimseye anlatmayı başaramadığınız, dile getirilmesi imkansız bir şey var ya, işte allah onu biliyor, üzülmeyin.’’ nitekim bir başka ayette de ’’allah’tan daha iyi dost mu bulacaksınız?’’ deniliyor.
deli, dostunu bulamayan kimsedir. yalnızlık, deliliğin hammaddesidir. bir muhatap bulunca, deliliğin çemberinden çıkarız. mesela kendimi mum sanıyor olsaydım ve biri de cereyanlar kesilince beni yaksaydı, delilikten yırtardım.
yine de insan istiyor ki, bir kişiyle olsun bu ’kalpteki sır’, daha doğrusu ’kalbin sırrı’ konusunda anlaşabilsin. birisi ’’evet’’ desin, ’’seni anlıyorum. aynı dert bende de var.’’
şebnem bu akşam seni o ıskarta haydutla el ele, dudak dudağa gördüm.
üç günlük dünyanın üçüncü günündeyim, dilime ilik açıldı, düğme dikildi, deli raporumun fotokopisi kulağıma zımbalandı sanki.
şebnem kaderin uçurumlu virajında nasibim ile kısmetim çarpışıp havaya uçtu.
iki üzüm gibi birbirinize dikkatle bakıyordunuz.
güzelliğin, her şeyi gölgede bırakmıştı yine
ilahi bir ışık oyunu gibiydin.
şebnem, o adam gönül işleri bakanlığı heyeti’ni katletti.
benim aşkımı tedavülden kaldırmak, kendi saltanatına start verebilmek için yirmiiki kişiyi bir anda öldürdü.
kim bilir sana ne yalanlar söylüyor şebnem.
beni ve arkadaşımı beysbol sopalarıyla dövdürdü.
inan seni başkasıyla gördükten sonra, dayağı hissetmedim bile.
şebnem, maktulleri diriltemem belki fakat katillerin neşesini kaçırabilirim.
şebnem seninle hayatlarımızı birleştirecektik, sevinçten hintçe şarkılar söyleyecektik. o insan kasabı aşkımızı gasp etti...
şebnem bu, ameliyat sırasında cerrahın ölmesine benziyor.
şebnem, haberin olsun, hayati tehlike’nin o kaygan sırıtışını yakacağım.

syf 303-304
-----------------------------alıntı----------------------------

afiyet olsun.
tayfa75
keyifle okunmu$tur. son donemde bu bilgic ki$isi tarafindan en hizli okunan iki kitaptan biridir. digeri icin (bkz: puslu kitalar atlasi)

iyi ve kötüyü sorgulatmi$tir bir daha.
kime göre? neye göre?

yazilacak ve alintilanacak $eyler var ama kitabin evde, benim ise cali$makta olu$umdan sebep onlar bir gece evden aktarilacaktir sozluge.

okuyunuz. okumayi seviyorsaniz kendinizi bu kitaptan mahrum birakmayiniz derim.

kurcalama : tavsiyesinden oturu emmacan’ a tesekkur etmeyi unutmu$um. te$ekkurler emma.
tayfa75
:--------------------------------------------------spoiler--------------------------------------------------:

insan kendi samimiyetinin altini cizmeye kalki$ti mi, ister istemez ustunu de ciziyor.

ihtiyarladiginda, herkes senin daha akilli oldugunu du$unur, halbuki o eski aptalsindir.

izimizi suren cellat ile cankurtaranin yari$inda, cellat uzerine bahse giriyoruz.

bir bebek dogdu mu, bir baba da dogar. babalik, bitmeyen bir acemilik. bir hayat kurtarmak icin bir omur harcarsiniz.

hayat insanlar guldugunde ciddiyetinden kaybetmedigi gibi, insanlar oldugunde de gulunclugunden kaybetmiyor.

en buyuk sevincler, 24 ayar yanilgilardan dogar.

aldatılan kazanır.

:--------------------------------------------------spoiler--------------------------------------------------:
tayfa75
:--------------------------------------------------spoiler--------------------------------------------------:

...boyun eğişin ürünü olan hiçbir iyilik, ahlaki değildir. kurallara uymak, şahsiyetsizleşmeye varır. uygarlık disiplini denen şey, insanın olgunlaşmasını engelleyen sistemdir. ermişler gibi metropolden kaçıp tabiatla haşır neşir olmayı özendiren tek bir reklam göremezsiniz. teknoloji aptalların kötülük yapmasını kolaylaştırmaya adanmıştır. eğitim, iş, aile, sağlık, iletişim, politika, güvenlik, eğlence... kısacası sistemin her ana unsuru, köleliğin şablonlarına uyarlanmış durumda. hakikatten umudumuz kesildi. yalnızca bir sonraki yalanı merak etmek bizi ayakta tutuyor. insanlar birbirlerinin dertlerini kusur sayıyor. hayat, insanın kaybetmekte olduğu bir oyuna dönüştü. suç, ihlal, terör, delilik ve kaçışın sunduğundan başka bir özgürlük seçeneği yok.
suç artık cezalardan oluşan işleyişe direnmektir.
ihlal artık gayri insani sınırların dışına çıkmaktır.
terör bireyin özne niteliğini açığa vurmak için yapabileceği tek eylem türüdür.
delilik artık düşünmek, soru sormak ve en korkuncu itiraz etmektir.
kaçış artık intihar teşebbüsü havası taşıyan bir vazgeçiş ve terk ediştir.
tersini de düşünebilirsiniz: küresel kötülük sisteminin bir parçası olduğumuz için otomatikman suçluyuz. sistemleştirilmiş ihlale angaje olmuş vaziyetteyiz. korku düzenine itaat ettiğimiz için rehine, bu yolla düzenin ömrüne ömür kattığımız için de teröristiz. düşünmüyoruz, çünkü deliyiz. ve özgürlükten kaçıyoruz. hapishanede idman yapan mahkumlarız.
çağdaş meşruiyetin temeli, hakikat aleyhtarlığıdır. birey ise körkütük budalalığın bedenleşmiş halidir. lakaytlık ve münasabetsizliğimize rağmen, her nefes bizi ölüme yaklaştırıyor. cehennemi boylamayı göze almış olmanın rahatlığıyla hareket ediyoruz.

:--------------------------------------------------spoiler--------------------------------------------------:
elifielifine
murat menteş’in ikinci romanı ;

’’eminim bir gün sen de hayatının kadınına rastlayacaksın evlat… ve ona şöyle diyeceksin ‘ben evli bir adamım’.’

‘zambaklar tarafından büyütülmüştü sanki. tırnaklarının kenarlarını yemesini gayet iyi anlıyorum. onun kadar güzel kim olsa, tırnak, saç, dudak yerdi. parmaklarındaki tadı hiç bir meyvede bulamıyor olmalı. iradeyi kilit altına alan bir cazibesi vardı; yasalardaki boşluktan faydalanıyordu sanki. hukukun üstünlüğünü aşan güzelliği sayesinde asla hapse girmeyeceği, cinayetten bile yırtacağı kesindi.’

‘seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde. senden kaçış varsa bile kurtuluş yok şebnem.’

‘hayatında en az bir aşağılık herifle yakınlaşmadan gerçek kadın olamazsın.’

‘bir bebek doğdu mu, bir baba doğar.’

‘bütün günahlar para kaybettirir.’

’…edebiyat mırıltının ve naranın yerini tayin eder. onlara ayar çeker. eşya, kelimeler karşısında savunmasız, dirençsizdir. zihnimizi edebiyat dekore eder. kalbimiz ile beynimiz arasında işlek kanallar, tüneller, koridorlar açar. ahlaki olgunluğun, vicdan hassasiyetinin, gönül ferahlığının imkanlarını; edebiyat sanatı sayesinde keşfederiz. bir kumandanı, bir deliyi, anneyi, büyücüyü, talebeyi, avukatı, fahişeyi; korkağı, cömerdi, zavallıyı, kurnazı, dahiyi, tembeli, salağı… kelimelerinden tanırız. sağlam bir edebiyat donatımı, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hakim olma, sahip çıkma gücü verir. birbirimizi hakikaten tanımamız, sahiden anlamamız, derinden kavramamız edebiyat sayesindedir. cehaletten, zalimlikten, hoyratlıktan, çiğlikten, zayıflıktan başka nasıl sıyrılabiliriz? edebiyat, terbiyenin namütenahi hülasasıdır. görgünün vitaminidir, bizi telef olmaktan kurtaran şifalı iksirdir: bizi, elimizdekinden farklı bir sonsuzluğa sevk eder. hem ağaçları, hem ormanı görmemizi sağlar.yaprakların bakışlarını, meyvelerin soluğunu, gövdelerin çarpıntısını duyarız. ardı arkası kesilmeyen ibret ve hikmet patlamalarının arasında yaşadığımızı fark ederiz. harbin, sulhun, muhabbetin, dostluğun, aşkın, nefretin, emeğin, dikkatin, tedbirin, takdirin… manasını öğreniriz. mana ile anlam arasındaki ayrıma temas ederiz. anlam, bizdeki karşılıktır; mana ise hakikatin kendisidir. böylece, benzer şeyler arasındaki farklar ile farklı şeyler arasındaki benzerlikleri kurcalarız. gönlümüz neye elverir, vicdanımıza ne sığar, aklımız neye erer? edebiyat bilmeyen, soru soramaz, cevap bulamaz, problem çözemez.’

‘çok sevmek, sonsuza dek kavuşmamak için en ideal yöntemdir.’

neden bekliyorsun?


bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?

üye ol